لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ
  Lâ ilâhe illallah Hayat Tarzıdır
 


Tek olan Allah-u teala'ya ibadet etmek, kelime-i şehadette:

- "Lâ ilâhe İllallah (Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur)" olarak ifade edilen İslâm akidesinin şartının ilk yarısıdır.

Yine aynı ifadede yer alan:

- "Muhammeden Rasûlullah (Muhammed Allah'ın Rasûlüdür)", yani ibadetin Allah Rasûlünden nasıl öğrenileceği ise bu şartın ikinci yarısıdır.

Bu akide iki bölümüyle ancak mü'min ve müslim bir kalpte bulunur.

Çünkü bu ikisinin dışında kalan her şey imanın dinamiklerinden, İslâm'ın şartlarındandır. Bunlar da onun gereğidir. Allah-u teala'nın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayra ve şerre inanmak, namazı, zekatı, orucu, haccı, ifa etmek, hadleri, tazirleri, helal ve haramı, sosyal ve hukuki ilişkileri kabul etmek, kısaca bütün İslâmî emirler sadece ve sadece Allah-u teala'ya ibadet etme ilkesine dayanır. Ve bütün bunların kaynağı Allah Rasûlü'nün, Rabbinden bize tebliğ ettiğidir.

Müslüman toplum bu ilke ve bunun gereklerinin bir bütün olarak yaşandığı toplumdur. Çünkü bu ilke ve onun gerekleri yaşanmaksızın müslüman bir toplum olunamaz.

Sonra şehadet kelimesi, "Lâ ilâhe İllallah Muhammedûn Resulüllah -Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür-", bütün yönleriyle İslâm Ümmetinin hayat düzeninin üzerine kurulduğu bir temele dönüşür. Bu temel atılmadan bu hayat var olamaz. Aynı şekilde bu temel üzerine kurulmayan ya da onunla birlikte başka bir temele de dayanan veya kendisine yabancı bir temele dayanan hayatda İslâmî bir hayat olamaz.

"Hükmetmek sadece Allah'ındır. O'ndan başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din de budur. " (Yusuf, 40)

"Kim de Resül'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 80)

Bu kısa ve öz ifadeler, bize; bu dinin dinamik hareketinin yapısı ile ilgili temel konularda kesin bir söz söylemekte yardımcı oluyor.

- İlk önce bize; "Müslüman toplumun yapısı" nın belirlenmesinde yardım ediyor.

- İkinci olarak; "Müslüman toplumun doğuş yöntemi" nin belirlenmesinde yardım ediyor.

- Üçüncü olarak; "Cahili toplumlara karşı koymada İslâmî yöntemin" belirlenmesinde yardımcı oluyor.

- Dördüncü olarak ise; "Beşeri hayat düzenine karşı koymada, İslâmî yöntemin" belirlenmesinde yardıma oluyor.

İşte bunlar, dün ve bugün İslâmî hareketin yöntemiyle ilgili temel sorunlardır.

"Müslüman toplum" un yapısıyla ilgili ilk belirgin özellik bu toplumun her alanda yalnızca Allah-u teala'ya ibadet etme ilkesine dayanmasıdır.

Bu kulluğun niteliği kelime-i şehadette, "Lâ ilâhe İllallah Muhammedûn Resulüllah -Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür-" cümlesinde ortaya çıkar.

Bu ibadet / kulluk;

- hem itikadî düşüncede,

- hem ibadetlerde,

- hem de hukukî yasalarda kendini gösterir.

Allah-u teala'nın vahdaniyetine (birliğine, tek olduğuna, ortaksız olduğuna) inanmayan bir kul müslüman olamaz.

"Allah, "iki ilah edinmeyin. O ancak bir tek ilahdır. Sadece Ben'den korkun" dedi. Göklerde ve yeryüzünde her ne varsa O'nundur. Din de daima O'nundur. Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?" (Nahl, 51-52)

Allah-u teala’dan başkasına veya O'nunla birlikte bir başkasına ibadet eden bir kul da müslüman olamaz:

"De ki: "Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi, Allah içindir."

"O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte  ben, bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim." (Enam, 162-163)

Kendisinin bize bildirdiğinin -bu, Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem'dir- dışında bir yerden, bir kimseden hukukî (Yasama ve yürütme ile ilgili) yasa alan ve bunu kabul eden kul da müslüman olamaz.

 "Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyi kendilerine dinden bir şeriat koyan ortakları mı vardır?" (Şûra, 21) 

"Rasûl size neyi verdi ise onu alın; size neyi yasakladıysa ondan sakının..." (Haşr, 7)

İşte bu müslüman toplumdur.

Bireylerinin / fertlerin inanç ve anlayışlarında / düşüncelerinde olduğu gibi ibadetlerinde, toplumsal düzen ve yasalarında da tek olan Allah-u teala'ya ibadet ilkesinin kendini gösterdiği toplum budur.

Bu alanlardan / yönlerden hangisi genel yapıdan ayrı düşerse, İslâmî yapı tümden ortadan kalkmış olur. Çünkü kelime-i şehadetin ilk bölümü ortadan kalkmıştır.

(Saydığımız hususlardan herhangi birisinin, İslâm'ın varoluş biçimine ters düşmesi, doğrudan İslâm'ın birinci ve temel ilkesi olan şahadet kelimesine yani "Lâ ilâhe İllallah Muhammedûn Resulüllah -Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür-"  cümlesine ters düşeceği için böyle bir durumda İslâm'ın varlığından, söz konusu kişi veya kişilerin müslümanlığından söz edilemez.)

Dedik ki; Allah-u teala'ya ibadet etmek, itikadî düşüncede ortaya çıkar.

Burada İslâm itikadî düşüncesinin ne olduğunu açıklamamız yararlı olacaktır.

Akidevî hakikatlerini Rabbanî bir kaynaktan alarak insan idrakinde oluşan bir anlayıştır bu. Ve bununla insan Rabbinin hakikatına varır. İçinde yaşadığı, gördüğü ve görmediği, -evrenin, mensup olduğu hayatın- bildiği ya da bilmediği salt gerçeğine ulaşır.

Bundan sonra bütün bu gerçeklerle olan ilişkisi ve tek olan Allah-u teala'ya ibadet esasına dayalı Rabbiyle olan ilişkisi ile evrenle, canlılar alemiyle, bütün insanlarla, insani kurumlarla olan, ilişkisinin temellerini Allah-u teala'nın dini oluşturur.

Bunu da Allah Rasûlü tebliğ etmiştir. Ve bu ilişkilerde Tek olan Allah-u teala'ya ibadet etmek hedefini gerçekleştirmeyi güder. Bu şekilde o bütün hayatı kapsar

Oluşması gerekenin böyle bir müslüman toplum olduğu ortaya çıktıktan sonra, bunun nasıl doğacağı, bu doğuşun yönteminin ne olduğu soruları önümüze çıkar.

Bir grup insan çıkıp bir bütün olarak tek olan Allah-u teala'ya ibadet edip;

- itikat ve anlayışta / düşünme biçiminde,

- ibadet ve muamelatta,

- düzen ve yasalarda O'ndan başkasına ibadette bulunmayı reddedip bütün hayatını bu halis ibadet temeli üzerine fiilen düzenlemeye başlar.

Gönlünü -O'nu inkar ederek veya O'na şirk koşarak -Allah-u teala’dan başkasına kulluktan; O'ndan başkasından hüküm almaktan arındırırsa, işte o zaman, ancak o zaman bu müslüman cemaat oluşur. Ve bunun kuruluşu da müslümanca olur.

Ama bir grup insan, yukarıda açıklandığı şekliyle;

İhlasla Allah-u teala'ya ibadet ettiğini ortaya koymazsa onlar müslüman (müslim) olamazlar. Ve hayatlarını bu temel üzerine düzenleyemezler, toplumları da müslüman (müslim) bir toplum olamaz.

Bu, İslâm'ın ve bütün müslüman toplumların üzerine bina edildiği kelime-i şehadetin her iki bölümüyle vücud bulmamasındandır.

Bundan dolayı İslâmî toplumsal bir düzen ve buna dayalı müslüman bir toplum kurmayı düşünmeden önce, daha önce açıkladığımız gibi, her ne şekilde olursa olsun bireylerin vicdanlarının Allah-u teala’dan başkasına ibadet etmekten arındırılması ve müslüman bir cemaatte toplanmaları gerekir.

İşte bu cemaatten müslüman toplum doğar. Bu topluma, itikadıyla, ibadetiyle, kanunuyla tek olan Allah-u teala'ya ibadet edenler, başka bir deyişle kelime-i şehadetin canlı bir şekilde yaşandığı bu toplumda yaşamak isteyenler katılır.

İlk müslüman toplumun kuruluşuna kaynaklık eden ilk müslüman cemaatın doğuşu böyleydi. Her müslüman cemaatın, her müslüman toplumun doğuşu da böyle olacaktır.

Şüphesiz müslüman toplum ancak bireylerinin, insan gruplarının, Allah-u teala’dan başkasına -O'nu inkar ederek ya da O'na şirk koşarak- ibadeti terkedip tek olan, ortağı bulunmayan Allah-u teala'ya ibadete yönelmesiyle doğar.

Sonra bu gruplar, bu ibadet temeline dayalı olarak hayat düzenini kurarlar.

İşte o zaman, eski cahili toplumdan yeni bir akideyle doğan -ki bu da İslâm'ın ilk esasının iki bölümü olan - "Lâ ilâhe İllallah Muhammedûn Resulüllah'dır -Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür-" bu akide temeli üzerine kurulan yeni bir hayat düzeni, eskisini reddeden yeni bir toplumun doğuşu tamamlanmış olur.

Eski cahili toplum bütünüyle yeni İslâmî topluma isterse katılır, isterse katılmaz. Yeni müslüman toplumla isterse barış yapar, isterse savaşır.

Davet tarihi göstermektedir ki, Nuh'dan (a.s.) Muhammed'e sallallahu aleyhi ve sellem kadar istisnasız, bu toplumun doğuş merhalesinde -bu birey veya grup durumunda ya da bu toplumun fiilen kurulmasından sonra olabilir- cahili toplum barışı değil, sürekli savaşı tercih etmiştir.

Doğaldır ki, yeni müslüman toplum; cahili toplumun baskısına karşı koyacak, ona galabe çalacak, en azından direnmesini sağlayacak itikadî, fikrî, ahlakî, psikolojik örgütsel, toplumsal ve diğer gerekli olan güçlere belli bir dereceye kadar sahip olmadıkça doğmaz, vücud bulmaz.

Ancak "cahili toplum" nedir?

Ona karşı çıkarken nasıl bir yöntem / metod kullanılacak?

Müslüman toplumun dışında kalan her toplum, cahili toplumdur.

Kısaca tanımlamak istersek şöyle diyebiliriz:

İbadeti yalnızca Allah-u teala'ya özgü/has kılmayan toplumdur. Bu, ibadet itikat ve kanunlarda tevhidi olmayan bir görüntüye sahip olmadır.

Bugün yeryüzünde bulunan bütün toplumlar fiilen bu "cahili toplum" tanımına girmektedirler.

Sosyalist toplumlar bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah'ı ve O'nun varlığını inkar etmişlerdir. Evrendeki "Fail-i Mutlak"ı maddeye ya da doğaya, insan hayatında ve tarihinde ise "ekonomi"ye ya da "üretim araçları"na indirgemişlerdir.

Ayrıca bu düzende toplumun, halkın yönetimi ve egemenliğinin yürürlükte olduğu faraziyesiyle Allah-u teala'ya değil de partiye ibadet edilmektedir. Bu anlayışın ve bu düzenin bir sonucu olarak insanın özellikleri yok edilmektedir. Bu da temel ihtiyaçları'nın sadece hayvani ihtiyaçlar olarak ortaya konmasındandır. Yiyecek, içecek, giyecek, barınak ve şehvet!..

İnsanı hayvandan ayıran ruhî ihtiyaçlarını gözden ırak tutmaktadır. Bunların başında gelen Allah-u teala'ya iman ve bunu sağlayacak olan seçim özgürlüğü ve ifade özgürlüğüdür. İnsanın insan oluşunun en belirgin özelliklerinden biri olan "bireyselliğini" ifade etme özgürlüğü de bu cümledendir. Bu, bireysellik melekesinde, iş ve uzmanlık seçiminde,"kendini" "hayvan ve araç"tan ayıran bütün özelliklerini sanatsal olarak ifade edişinde ortaya çıkar. Çünkü sosyalist düşünce ve sosyalist düzen, her ikisi de insanı havyanlık mertebesinden araç mertebesine indirir.

Putperest toplumlar da -ki, Hindistan'da, Japonya'da, Filipinler'de, Afrika'da, hala bu tür toplumlar vardır- bu tanıma girerler. Çünkü onlar Allah-u teala’dan başka şeyleri ilahlaştırmaktadırlar. Ve bunlara ibadet etmektedirler. Allah-u teala’dan ve O'nun şeriatından başka şeyleri yasa koyucu olarak kabul edip, düzen kurmakta, kanun yapmaktadırlar.

İster bu düzen ve kanunlar ulular, kahinler, büyücüler tarafından konmuş olsun, isterse de Allah-u teala'nın şeriatına dayanmayan yasama gücünü elinde tutan laik sivil kurumlar tarafından. Çünkü o, halk, parti ya da başka birşey adına yüce egemenliği elinde tutmaktadır. Oysa bu, sadece Allah-u teala'ya aittir. Bu da ancak peygamberlere O'nun vahyettiği şekilde olur.

Yeryüzündeki bütün Yahudi ve Hristiyan toplumlar da bu sınıfa dahildirler. Çünkü onlar uluhiyyeti O'na özgü kılmamışlardır. Tersine şu veya bu şekilde -O'na oğul isnad etme ya da teslis şeklinde- O'na ortak (şirk) koşmuşlardır.

Allah'ı kendi hakikatinin dışında algılamakta, yarattıklarının onunla gerçekleşmesi mümkün olmayan bir ilişkide bulunduğu anlayışına sahip olmuşlardır.

"Yahudiler "Uzeyr Allah'nın oğludur" dediler. Hristiyanlar da "Mesih Allah'ın oğludur" dediler. Bu, daha, önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları kahretsin! Nasıl da uyduruyorlar." (Tevbe, 30)

"And olsun ki "Allah üçten biridir" diyenler kafir olmuşlardır. Halbuki ilah yalnız bir tek ilah'dır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenler kesinlikle elem verici bir azaba uğrayacaklardır" (Maide, 73)

"Yahudiler "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden dolayı elleri bağlansın, lanet olsun! Hayır, O'nun iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle sarfeder." (Maide, 64)

"Yahudi ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. "Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azab ediyoruz?" de." (Maide, 15)

Bozulmuş sapık itikatlarından kaynaklanan ve beslenen ayin, tören ve ibadetlerinden dolayı da bu tanıma girerler. Hem onlar egemenlik hakkının O'na ait olduğunu tasdik etmişler, ancak ibadeti Ona özgü kılmamışlar, O'nun şeriatinden yardım dilememişlerdir. Tersine yalnızca Allah-u teala'ya ait olan egemenlik / hakimiyet hakkını kendisine verdikleri beşeri kurumlar kurmuşlardır. Allah-u teala, bu hakkı rahip ve hahamlarına verdiklerinden dolayı onları şirkle vasıflandırmıştır.

" ... Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler. Oysa tek ilah'dan başkasına ibadet etmemekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O, onların şirk koştuklarından münezzehtir." (Tevbe, 31)

Onlar rahip ve hahamlarının ilah olduklarına inanmıyorlar, onlara herhangi bir ibadette de bulunmuyorlardı. Yalnızca egemenlik/hakimiyet hakkının onlara ait olduğunu kabul ediyorlar, onların kendileri için koydukları yasaları benimsiyorlardı. İşte buna Allah-u teala kesinlikle izin vermemişti.

Bu gün bu hakkı rahip ve haham olmayan insanlara verenleri şirkle nitelemek daha uygundur.

Son olarak bu cahili toplum tanımına kendini "müslüman sanan" toplumlar da girer.

Onlar bu tanıma, ibadeti Allah-u teala’dan başkasına özgü/has kılmalarından, O'ndan başkasına ibadet etmelerinden dolayı değil, ancak hayatlarını düzenlerken bu ibadeti sadece ve sadece Allah-u teala'ya hasretmemelerinden dolayı girerler.

Uluhiyyeti O'ndan başkasına vermeseler bile, uluhiyyetin en büyük özelliğini O'ndan başkasına vermekte, düzenlerini, kanunlarını değer ölçülerini, adet ve geleneklerini, hemen hemen hayatın bütün dinamiklerini bun (lar)dan almaktadırlar. Allah yöneticiler / hakimler hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler var ya işte onlar kafirlerin ta kendileridir." (Maide, 44)

Yönetilenler hakkında ise şöyle buyurur:

"Ey Muhammed! sana indirilen Kur'an'a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun!? Onlar tağutların önünde muhakeme olunmak istemektedirler. Halbuki, onları inkar etmekle emrolunmuşlardı." (Nisa, 60) ayetiyle başlayan konu şu ayetle sona erer:

"Hayır, Rabbe and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)

Allah-u teala, daha önce Yahudi ve Hristiyanları, bugün kendilerinin müslüman olduğunu söyleyenlerin kendi insanlarına dedikleri ve yaptıkları gibi O'nu bırakarak haham ve rahiplerini Rabb edinmelerinden dolayı şirk, küfür ve Allah-u teala'ya ibadet etmekten yüz çevirmekle nitelemiştir.

Allah-u teala yahudi ve hristiyanların Meryem oğlu İsa'yı Rabb edinip O'nu ilahlaştırarak ibadet etmelerini şirk kabul etmiştir.

Bu da diğeri gibi Tek olan Allah-u teala'ya ibadetten, O'nun dininden, "Lâ ilâhe İllallah -Allah’dan başka ibadete layık ilah yoktur-" dairesinden dışarı çıkmaktır.

Bu toplumlardan kimisi açıkça laik olduğunu, din ile bir alakasının olmadığını ilan ederken, kimisi de "dine saygılı" olduğunu ifade ediyor. Ancak bu (ikinci grup) dini toplumsal boyutundan soyutladığının farkında değildir. Onlar bunu yaparken vahyi inkar ettiklerini, hayatlarını ve düzenlerini "bilimsellik" üzerine kurduklarını belirtiyor, bunun nedeninin de "bilimin" "vahye" zıt olmasıdır, diyorlar. Bu, ancak kara cahillerin söylediği kuru bir zandır.

Kimileri de fiili egemenliği / hakimiyeti Allah-u teala’dan başkasına veriyor, dilediği gibi yasalar koyuyor, sonra da kalkıp yaptıkları hakkında "bu Allah-u teala'nın şeriatıdır" diyorlar. Bu, Allah-u teala'ya ibadet temeline dayanmayan bütün toplumlardaki ortak özelliktir.

Bu gerçek ortaya çıkınca şunu görürüz:

Bütün cahili toplumlara karşı İslâm'ın konumu kısaca şöylece özetlenebilir:

O, bütün bu toplumların İslâmîliğini, meşruiyetini reddeder.

İslâm bu toplumların taşıdığı farklı isim, etiket ve slogana bakmaz. O, yalnız bir tek şeye dikkat eder. O da bu toplumlarda hayatın, Tek olan Allah'a ibadet temeline dayanıp dayanmadığıdır. Diğer toplumlar gibi o da aynı niteliğe sahiptir:

Cahiliyye...

Bu bizi son soruna, bu gün, yarın ve son ana dek bütün bir beşeri oluşum karşısında İslâm'ın yönteminin ne olacağı sorununa götürür. "Müslüman Toplumun Yapısı" ile bunun her biriminin tek olan Allah-u teala'ya ibadet temeline dayalı olarak kurulmasıyla ilgili bölümün ilk kısmında yaptığımız tesbitler burada bize yardımcı olacaktır.

Bu özelliğin belirlenmesi şu soruya kesin bir cevap olacaktır:

İnsan hayatının temeli nedir?

Bu temel Allah-u teala'nın dini ve O'nun koyduğu yaşam biçimi mi, yoksa herhangi beşeri bir yapı mıdır?

İslâm bu soruya hiçbir tereddüt ve şüpheye mahal bırakmayacak şekilde kesin bir cevap verir:

Bir bütün olarak insan hayatının dayanması gereken temel, Allah-u teala'nın dini ve Onun koyduğu yaşam biçimidir.

İslâm'ın ilk esası olan: "Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Rasûlullah -Allah'dan başka ibadete layık ilah yoktur. Muhammed Allah'ın Rasûlüdür-" işte bu temel olduğu zaman bir anlam kazanır. Bir yankı bulur. Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem tebliğ ettiği ibadeti öğrenip yapmak, yani Allah-u teala'ya yapılan bütün bir kulluk ancak bu temeli benimsemekle, kabul etmekle gerçekleşir. Bu temel şüphesiz ve tereddütsüz şu ayete uyar:

"O size neyi verirse, onu alın. Neden sakındırırsa ondan uzaklaşın." (Haşr, 7)

Sonra İslâm şöyle sorar:

"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?" (Bakara, 140)

Ve cevabını da verir:

"Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Nur, 19)

"Size ilimden ancak az bir şey verildi." (İsra, 85)

Bilen O'dur -ki, O aynı zamanda hem yaratandır, hem de rızık verendir- Hükmeden de ancak O'dur. Hayat düzeni O'nun vazettiği dindir. Hayatın dayandığı temel O'dur.

Beşeri sistemler, teorik yollar ve düzenler bozguncu ve yozlaştırıcıdır. O, yani beşerî düzen, "bilmeyenler" in, kendilerine ilimden ancak az bir şey verilenlerin bilgisine dayanır.

Allah-u teala'nın dini kapalı ve karmaşık değildir. Vaz' ettiği, koyduğu hayat düzeni de belirsiz değildir. Kelime-i Şehadetin ikinci yarısıyla, "Muhammedün Rasûlullah" la sınırlanmıştır. O, temel naslarla hükümlerle ilgili Allah Rasûlü'nün sallallahu aleyhi ve sellem tebliğ ettikleriyle çerçevelenmiştir. Eğer ortada bir nas varsa, hüküm o nasdır. Nas varken içtihada yer yoktur. Ancak nas olmadığı zaman heva ve hevese göre değil, Allah-u teala'nın dinindeki temel ilkelere göre sıra içtihada gelir:

"Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüzde, onu Allah ve Rasûlüne havale edin." (Nisa, 59)

İçtihadla, hüküm çıkarmakla ilgili temel ilkeler de belirsiz ve kapalı değil, apaçık hususlardır.

Hiç kimse kalkıp açıkça egemenliğin/hakimiyetin sadece Allah-u teala'ya ait olduğunu ilan etmeden koyduğu yasalar için bu Allah-u teala'nın şeriatidir, diyemez.

Otoritenin kaynağı ne halk, ne parti ne de herhangi bir kişi değil, ancak Allah-u teala olmalıdır. Allah-u teala'nın ne istediğini, ne emrettiğini bilmek için O'nun kitabına, Rasûlü'ne dönülmelidir. Allah adına hükmettiğini iddia edenlere bu hak kesinlikle verilmemelidir.

Bir zamanlar Avrupa'da "Teokrasi" adına, "kutsal hüküm" adına bunlara tanık olunmuştur. Böyle bir şey İslâm'da kesinlikle yoktur. O'nun Rasûlü'nden başka, O'nun adına konuşmaya hiçbir kimse yetkili değildir, bu hak ona verilmemiştir. Yalnızca ortada, Allah-u teala'nın teşrii ettiğini (şeriat kıldığını) belirten açık naslar vardır.

"Gerçeğe uygun din" ifadesine kötü bir anlam yüklenmekte, ifade kötü bir şekilde kullanılmaktadır. Evet, bu din yaşanılan gerçek içindir. Ama hangi gerçek!

İnsan fıtratına uygun, onun bütün ihtiyaçlarını karşılayan kendi yöntemine ve yapısına uyan, bizzat bu dinin kendisinde varolan bir gerçek. Bu ihtiyaçlar da yaratanın ve ne yarattığını bilenin bildirdikleridir:

"Yaratan bilmez mi? O latifdir, herşeyden haberdardır." (Mülk, 14)

Din, ne olursa olsun hayat gerçeğini ikrar etmek, kendisinde onunla ilgili bir dayanak bulmak, kendini ifade için ödünç bir tabela aramak için onun karşısına çıkmaz. O, ancak onu kendi ölçüsüyle ölçmek, kabul edilecek olanı kabul edip reddedilecek olanı da reddetmek; eğer ona kesinlikle razı olmuyorsa başka bir hayat gerçeğini gerçekleştirmek içindir. "İslâm'ın hayat gerçeği oluşu" nun anlamı budur. Doğru bir şekilde; bunun böyle anlaşılması gerekir.

Belki şöyle bir soru akla gelebilir:

İnsanların kendi hayatlarını kendileri düzenlemeleri maslahatlarına daha uygun değil midir?

Bir kez daha İslâm'ın sorup cevabını da kendisinin verdiği soruya dönüyoruz:

"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?"

"Allah bilir, siz bilmezsiniz"

İnsanın maslahatı Allah-u teala'nın indirdiğinde, Rasûlü'nün de tebliğ ettiği gibi O'nun şeriatindedir. Eğer maslahatları, onlara Allah-u teala'nın kendileri için koyduğuna karşı çıkmada görünüyorsa, o zaman bu konuda onlar vehim içindedirler:

"Onlar sadece zanna ve nefislerinin istediklerine uymaktadırlar. Oysa onlara Rablerinden bir hidayet gelmiştir. Yoksa her umduğu şey insanın mıdır? Dünya da, ahiret de Allah'ındır." (Necm, 23-25)

İkinci olarak onlar: "kafirdirler".

Maslahatın Allah-u teala'nın teşri ettiğinin (şeriat kıldığını) dışında bir şeyde olduğunu iddia eden bir kimse bir an dahi bu din üzere kalamaz, bu dinin ehlinden olamaz.

 

                            -Seyyid Kutub-

 

 
  byeylemzayi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol