لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ
  İLAHİ NİZAM
 

İLAHİ NİZAM

Prof. Dr. Seyyid Kutub

Şimdi birisi şunları söyleyebilir: “Madem ki insanlar için konulmuş bir nizam olan ilahi nizamın yeryüzünde gerçekleşmesi, çeşitli ortamlardaki hayatın maddi gerçeklerinin sınırı içinde, insan güç ve çabasına bağlı olarak oluşuyorsa insanlar tarafından ortaya konan nizamların gerçekleşmesi ve yine insanların kendi durumları ve güçlerine bağlı ise bu ikisi arasındaki ayırım nedir? Neden bu ilahi nizamın gerçekleşmesi bizim çabalarımıza bağlıdır ve neden olağanüstü güçler sayesin de veya ilahi bir kuvvete bağlı olarak gerçekleşmiyor da insan yaratılışının çerçevesi içinde uygulama sahasına aktarılabiliyor?...

Biz müslüman adını kazanabilmek ve onun sıfatlarına sahip olabilmek için bu ilahi nizamın gerçekleşmesi uğrunda çalışmaya mecburuz. Bilindiği gibi İslamın ilk şartı, Allah’dan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna inanmaktır. Bu şahadetin en uygun anlamı, yalnız Allah’ın uluhiyetine inanmak, Allah’ın sıfatlarından hiçbirini Allah’ın yarattıklarına izafe etmemektir. Uluhiyetin ilk özelliklerinden biri, mutlak hakimiyet hakkıdır. Bu özellikten insanlar için kanun koyma hakkı, insan hayatını düzenleme, yaşama biçimleri, ahlaki değerler koyma hakları doğmaktadır. Ne zaman bu şahadet gerçek olarak kabul edilmiş olur? Ancak insanların doğrultusunda gidecekleri düzen koyma ve bağlı olacakları kanunlar koyma hakkının Allah’a ait olduğunu kabul ettikten ve yalnız bu ilahi düzenin hayatta gerçekleşmesi için çalıştıktan sonra bu şahadet gerçekten kabul edilmiş ve pratik bir değer kazanmış olur.

Her hangi bir kişi, bir toplum için düzen koyma hakkının kendisine ait olduğunu iddia ediyorsa o insan, kendini toplumun ilahi sayıyor demektir. Çünkü uluhiyetin en büyük özelliklerinin kendisine ait olduğunu söylemektedir. Kim de o kişinin iddiasını haklı görürse onu ilah kabul etmiş olur. Çünkü uluhiyyetin en büyük özelliklerinin onda olduğunu söylemiş ve inanmış olur.

Muhammed’in (s.a.v) Allah’ın Rasûlü olduğuna şahadetin yakın anlamı: Bize sunduğu düzenin Allah tarafından konulmuş ve hayatımızı düzenleyecek ilahi bir düzen olduğunu doğrulamak demektir. Buna göre, yalnız bu düzenin hayatımıza egemen olması için çalışmak zorundayız.

Sonra iddia ettiğimiz müslümanlık sıfatlarına sahip olabilmemiz için o ilahi nizamın uygulanması uğrunda çalışmaya mecburuz. Bu da ancak Allah’ın tek olduğuna ve Muhammed’in O’nun Rasûlü olduğuna şahadetle olur. Ancak bu şahadet de uluhiyetin ve yaşama düzeni koyma hakkının Allah’a ait olduğunu kabul ettikten ve Muhammed’in (s.a.v) bize tebliğ ettiği Allah tarafından indirilmiş ilahi nizamı gerçekleştirmek için çalıştıktan sonra doğruluk ve değer kazanır.

Bu düzeni, yapısıyla ilgli bir çok nedenlerden dolayı gerçekleştirmek zorundayız. İnsanın değerini yücelten, mutlak özgürlüğünü kazandıran ve köleliğin her türlüsünden kurtaran yalnız bu düzendir. Öyle ki, kulluğun yalnızca Allah’a kulluğun sınırı içinde mutlak, kapsamlı ve geniş, mükemmel bir özgürlüğe kavuşturur. Günümüzde -islam dışında- hiçbir düzen bunu gerçekleştirememiştir.

Çünkü bu düzen -kökeni ilahi olduğundan- uluhiyyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ve -bundan doğan insan hayatını düzenleyecek kurallar koyma hakkının ve egemenliğin Allah’a aitliğini benimsemekle yalnız Allah’ın insanlar üzerinde tek ilah ve hakim olacağını ilan etmiş olur. Yine ilahi kökenli oluşu nedeniyle insanlardan hiçbirine -kesinlikle- diğerleri üzerinde egemenlik kurma yetkisi vermemesi ve bazı insanların diğerlerine “efendi” olmasını, buna karşı bazılarının da başkalarına kulluk yapmasını istemesi yollarıyla insanları birbirlerine ilah veya kul olmaktan kurtarmıştır. İşte bu ilahi düzen, bu eşsiz özellikleri ile diğer bütün düzenlerden ayrılır. Bunları söz ve iddia planında bırakmayıp gerçekleştirerek, hayatın içine sokarak, hayatı etkileyerek belgelemiştir. İşte bundan dolayı tüm peygamberlerin davası, uluhiyyetin yalnız Allah’a ait olduğunu ve uluhiyyetin hiçbir özelliğinin diğer yaratılmışlara hiçbir zaman verilemiyeceğini kesinlikle bildirmek olmuştur.

Allah’ın kulları için yaşama düzeni koymaya kalkışan bu yetkiyi kendilerinde gören, böylece kendilerini ilahlaştıran insanların davalarını bütün peygamberler reddetmişler ve bu insanlara uyanların Allahın uluhiyyetine inanmadıklarını söylemişlerdir.

Allah, Kur’anda Yahudi ve Hıristiyanlar için şunları söylemiştir:

“Onlar Allahı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu Mesih’i rabler olarak kabul ettiler. Oysa tek ilahdan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı.Ondan başka ilah yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.” (Tevbe:9/31)

Oysa onlar -klasik anlamda- din adamlarına, papazlarına tapmıyorlardı. Fakat Allaha ait olan kanun koyma ve yaşama biçimini belirleme hakkını bilgin ve papazlarına tanıdıkları için Allah onları, kendilerine Allah’dan başkasını rab edinmiş, saymıştır. Onlar böylece “tevhid” in dışında çıkmış ve müşrik olmuşlardır.

İmam Ahmed, Tirmizi ve İbn-Cerir çeşitli yollardan Hatemoğlu Adiyy’den şu rivayeti nakletmişlerdir.

Cahiliyye döneminde Hiristiyanlığı din olarak kabul etmiş olan Adiyy’e peygamberin daveti erişince kendisi Şam’a göç etmiş; kızkardeşi ile kavminden peygamberin daveti erişince Şam’a göç etmiş; kızkardeşi ile kavminden bir grup da müslümanlara esir düşmüşlerdi. Fakat Rasûlullah (s.a.v), kızkardeşine bazı hediyeler vererek serbest bırakmıştı. Kız, Şam’da bulunan kardeşinin yanına gitmiş, onu İslama ve medine’de yerleşen Rasûlullah'a (s.a.v) gitmeye davet etmişti.

Adiyy Medine’ye geldiğinde -Adiyy, kavminin başkanı idi. Babası da cömertlik ve mertlikle şöhret yapmış olan Elfai idi- Medine halkı arasında bir hayli kızanlar oldu. Adiyy peygamberimizin yanına girdiğinde boynunda gümüşten yapılmış bir haç vardı. Peygamberimiz yukarıdaki (Tevbe 31) ayeti okuyordu. Adiyy bu ayeti işitince. “Hayır, onlar bilginlerine tapmıyorlardı” dedi. Rasûlullah (s.a.v): “Evet, onlar ‘yani bilginler ve papazlar) kavimlerine helalı haram, haramı da helal yaptılar ve kavimleri de bunu kabul edip onlara uydular. Böylece onlara ibadet etmiş oldular” buyurdu.

Hadis bilginlerinden Essudi diyor ki:

“Yahudi ve Hiristiyanlar, helalı ve haramı bilmek ve birbirinden ayırmak için Allah’ın kitabını arkalarına atıp insanlara başvurduklarından Allah onlar hakkında Tevbe suresinin 31. ayetini indirdi. Yani, Allah bir şeyi haram kılarsa, o, kesinlikle haram, helal kılarsa da kesinlikle helal olur. Yalnız O’nun hükümleri uygulanır ve yalnız o’nun buyrukları yerine getirilir.”

İslam, egemenliğin ve yaşama biçimi koyma hakkının yalnız Allah’a ait olduğunu duyurmakla ibadet ve kulluğun yalnız Allah’a ait olacağını, böylece insanların insanlara tapmaktan kurtularak özgürleşeceklerini bildirmiştir. Bunun için biz, yalnız bu düzeni gerçekleştirmek zorundayız.

Bu düzenin bizim tarafımızdan gerçekleştirilmesini zorunlu kılan nedenlerden biri de bu düzenin, kişisel hırs, zaaf ve kişisel çıkarları düşünme gibi durumlardan uzak oluşudur. İnsanların koyduğu düzenlerde, insan kişisel çıkarını düşünmekten vazgeçemez ve çıkarını kanun koyma yoluyla sağlamaya çalışır. Bu düzenlerde, kanun koyucu, kişisel çıkarlarına, ailesine, sınıfına, ırkına ve soyuna faydalı kanunlar koyar. Ama ilahi düzende bunlar söz konusu olamaz. Çünkü bu düzeni koyan bizzat Allah’dır. Ve o, bütün alemlerin Rabbıdır. O, bu düzeni koyarken ne kendisinin, ne de bir sınıfın, milletin veya cinsin çıkarlarını kaale almaz, ön görmez.

Kanun koyucu, ister bir kişi, isterse bir aile, sınıf millet, yada bir cins olsun, hiçbir şekilde hırstan, kanun koyma yoluyla çıkarlarını gerçekleştirme isteğinden uzak olamaz. Ama ne zaman ki insan hayatında ilahi düzen egemen olursa bu nitelikler kalkar, kapsamlı, gerçek, mükemmel bir adalet gerçekleşmiş olur. Bu adaleti, bundan başka bir düzen bu şekilde gerçekleştiremez. Çünkü İslamın dışındaki hiçbir düzen, kişisel, insani hırs, zaaf ve kişisel çıkarları herhangi bir yolla sağlama gibi durumlardan kurtulmuş değildir.

                            -İşte İslam -

 
  byeylemzayi  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol